TURA BAŞLANGIÇ HİKÂYESİ
Akdeniz, Ege, Batı Karadeniz, Marmara,
biraz da İç Anadolu bölgelerini dolaşmıştım. Marmara turu sonrası artık
Doğu’ya, Güneydoğu’ya doğru gitmenin sırası gelmişti. Yalnız bu ne zaman
olacaktı? Burası muammaydı.
Üniversite sonrası önce işi düzene
koymalıydım. Bu ne yazık ki uzun ve çalkantılı bir süreçti. Galiba şu an oldu
ama ne mene bir dünyaymış. İş hayatını düzene oturttuğum son 2 yıllık süreçte
toplam 1000 km bile bisiklet sürecek enerjiyi ve zamanı kendimde bulamadım.
Bisikletle aramda bu kadar mesafe oluşunca da yüreğimdeki gezme, keşfetme ateşi
iyice azalmaya hatta sönmeye yüz tuttu. Neyse ki kendime gelmemi sağlayan ailem
ve arkadaşlarım vardı.
Bu turu “Artık yapmalıyım!” diyeceğim
zamanki ilk tohum, abim ve dayımla sahilde oturduğumuz akşamın sonrasında
ekildi. Beni mükemmel bir çapraz ateşe aldılar. Önce abim:
“Ayo senin son 1-2 yıldaki hallerine
anlam veremiyorum. Kendini işe kaptırmışsın. Gece, gündüz, hafta sonu demeden
çalışıyorsun. Ne oldu oğlum sana?”
“Gelecekte yapmak istediklerim için
birikim yapmaya çalışıyorum.”
“Ama ayarını kaçırıyorsun. Üniversitede
yaptığın ilk gezileri ahım şahım bir maddiyatla mı yapmıştın sanki!”
Sonra dayım söze başladı.
“Onca şehri bisikletinin arkasında bir
döşekle gezdin. Ayrıca kaçırdığın bir nokta var Ayo can. Gelecek için plan
yaparken bugünü kaçırıyorsun.”
Bugünü kaçırmak… Söyleyecek lafım yoktu. Doğru söylüyorlardı.
Bu konuşmanın sonrasında ilk olarak
birkaç ay boyunca hafta sonları işe gitmeme kararı aldım. Akşam iş çıkışlarında
o yorgunluğun üzerine de olsa kendimi zorlayarak bisiklet sürmeye başladım.
Keratayı çok özlemişim. Bisikletin üzerinde sokaklarda, sahillerde olmayı;
sorgulamayı, düşünmeyi çok özlemişim. Geçmişte farkına vardığını sandığım, asla
bu gibi bir yaşama kendimi kaptırmamalıyım dediğim düşünceleri anımsadım. Ne
yazık ki bu düşünceleri içselleştirmekte pek başaralı olamamıştım.
Anımsadıklarım şunlardı:
“İnsan olarak hayatımızı kapalı alanlar
içinde geçiriyoruz. İşe gitmek için her tarafı kapalı evimizden ayrılıyoruz.
Yine her tarafı kapalı araba, otobüs, metro gibi taşıtlara biniyoruz. İş yerine
vardığımızda ya atölyedeyiz ya ofisteyiz ya da fabrikada. 8-10 saatimiz burada
geçiyor. Akşam yine bir taşıtla evimize dönüyoruz. Birkaç arkadaşımızla
dışarıda zaman geçirmek istesek bile genellikle kafe, çay ocağı gibi yerlere
gidiyoruz. Son olarak yine evimize dönüp uyuyoruz. Bu döngü haftanın 5-6 günü
sürüyor. Sonrasında ise bir pazarımız var deyip ya evde ya da kafelerde
harcıyoruz.
Ayın girdiği şekilleri isim olarak
biliyoruz. Hilâl, dolunay, yarımay gibi. Ama kaç gece bakıyoruz gökyüzüne?
Kaçımız tepede dönüp duran ayın muhteşem döngüsüne şahitlik ediyor?
Nedeni ne olursa olsun hayatım öyle bir
rutin haline gelmiş ki, hatta bazı durumlara göre kendimi bazı işleri yapmaya
koşullanmışım ki kendime kızıyordum. Örnek, işten çıktığımda yorgun olmasam, aç
olmasam bile evin bulunduğu sokağa girdiğimde yorgunluk çöküyor ve acıkıyordum.
Yemek sonrası ise uyku modunda günü bitiriyordum.”
Bunları
anımsadıktan sonra hapishanede olanların yaşamını düşündüm. Acaba kaç saat açık
havada vakit geçiriyorlardı? Google’dan baktım. 1 saat. Benimki bir saati
bulmuyor. Uçsuz bucaksız bir dünyada kendime bir hapishane oluşturmuşum. Bunun
adına da tam olarak yaşamak demesem bile işte planlarım var diyerek avutmuşum,
kandırmışım kendimi. Gerçekten büyük başarı (!). Böyle bir yaşama iten
nedenleri de sayabilirim ama hepsi bahane olur.
Abim ve
dayımla yaptığım konuşmanın sonrasındaki ilk hafta sonu, Cuma iş çıkışı Şile’ye
2 gece kamp yapmaya gittim. Gündüz vakti gölge bir yerde kitap okurken
uyuyakalmışım. Tabii güneşte dönmüş. Güneşin altında uyuyakaldım😊. Öyle fena yandım ki kampın ikinci gecesi neredeyse titreme nöbeti
geçirecek duruma gelmiştim. Özellikle bacaklarım nasıl yandıysa bir hafta
pantolon giyemedim. Derim o kadar gerginleşiyordu ki acı çekmeden yürüyemiyordum.
Ama yalan yok o acının yanında gerçekten keyif aldığımda oluyordu. Acı çekmek
gerçekten özgürlüktü.
Bir sonraki
hafta sonu ise işverenim Mustafa abi ve iş yerinden iki arkadaşımla Muğla
Göcek’te Mustafa abinin teknesinde bu zamana kadar hiç aklımın ucundan bile
geçmeyen bir hafta sonu geçirdim. Bu gezide Mustafa abi “Gençler benim için
günde 10 saat çalışıyorsunuz. Kendiniz içinde vakit ayırmayı ihmal etmeyin.”
demişti. Bu cümleleri kurduktan sonra bahaneleri bir kenara bırakıp kendim için
zaman ayırmalıyım diye düşündüm.
Tekne
gezisi dönüşünde hafta içi akşamlara bisiklet sürmeye devam ettim. Bu
sürüşlerin birinde kendi kendime: “Hani Van’a kadar bisiklet sürecektin? Ne
oldu o iş?” dedim. Bir yanım bunu söylüyor ama öbür yanımda bahane üretmeye
hazır bir şekilde bekliyormuşçasına lafa karışıyor.
“Yeterli
zamanın yok ki. Buradan Van 1800 km. Turlarında günde ortalama 70 km yol
gidiyorsun. Bunun için sana 23 gün lazım.”
Neyse ki
öte yanımı – o bahaneler üreten yanımı – dinlememe konusunda yeni kararlar
almıştım.
“Havalar
sıcak zaten. Çadıra gerek yok. Birkaç kıyafet ve bir uyku tulumu yeterli olur.
Az yükle günlük 70 km ortalamayı aşabilirim. Neden 100-120 km olmasın?”
Tam bu anda
Doğu Anadolu’nun dağlık olduğu aklıma geliyor. Bu bolca tırmanış var demekti.
Kendimi gaza getirme anlamında ok yaydan çıkmak üzereydi. “Gerekirse akşamları
da sürüş yaparım.”
“İyi de bunca
zaman boyunca bilmediğin yollarda güvenli bir şekilde yolculuk yapmak için
akşamları sürüş yapmadın.”
“Gerekirse
yapacağım dedim sana.”
“Bir yıldır
doğru dürüst bisiklet sürmedin. Göt, göbek iyice saldın. Bari aklıselim bir
şekilde gaza gel.”
“Tamam, bak
şimdi haklısın. Ama sorun yok hemen yola çıkmayacağım. 1,5 aylık antrenman
yeter.”
“Günde
ortalama 110 km bile gitsen -ki hala aklıma yatmıyor ama – sana 17 gün lazım. O
kadar zamanın yok.”
“Günde 150
km giderim. Tamam, bu şimdilik bana da inandırıcı gelmedi. 1,5 aylık
antrenmanla o kadar gidemeyiz. Gidebilsek bile zulüm olur. Olurunu bulmalıyım. İstanbul’dan
başlamam. Düzce’den başlarım. İstanbul-Düzce arası sırf araç yoğunluğu zaten.
Görmesem de olur. Yani 12 gün yeter.”
Bu gibi iç
çekişmelerle kararı verdim. Düzce – Van bisiklet turu. Kararı versem bile öte
yanım ara ara dürtmeye devam ediyordu. Bu zamana kadar antrenman amaçlı
bisiklet sürmedim. Hatta sportif anlamda antrenman için antrenman hiç yapmadım.
Okula, işe, gezmeye giderdim. Zaten o arada da antrenman yapmış olurdum.
Sonraki günlerde antrenman için kendimi zorlamaya başladım. İş sonrası kadanslı
bir şekilde, orta-yüksek tempoda sürüşler yapmaya başladım.
Artık bir
yola girmiştim. Bu yola girmemle beraber radarıma takılan durumlarda değişmeye
başladı. Art arda antrenman yaptığım birkaç günün ardından “Bari bugün
dinleneyim” diyerek yatağıma uzanmış instagramda vakit öldürüyordum. Karşıma
bir gönderi çıktı.
“Muhammed Ali’ye sormuşlar. “Kaç mekik çekiyorsun?” Ali cevaben: “Mekiklerimi acı çekmeye başladıktan sonra sayıyorum. Çünkü asıl değeri olanlar onlar. Beni güçlendiren şey acıdır””
Haydaaa! Hikâye
doğru mudur yanlış mıdır bilmiyorum. Ama sonrasında şu oldu. Yataktan fırlayıp
aldım bisikleti attım kendimi dışarı. Tek solukta Tuzla’dan Kadıköy’e sürdüm.
15 dk mola sonrası tek solukta geri döndüm. Yetmedi oturduğum mahallede
mezarlığa doğru giden bir yol var. Yaklaşık 500 metrelik bir yol ve eğimi
%18’den fazla. Tek solukta da bu yokuşun zirvesine vardım. Vardım varmasına da
kendime fazla yüklendim. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Su boğazımdan aşağı
gitmiyordu. Nabzımın normale dönmesi bir 10 dk sürmüştü.
Bir başka
antrenmana çıkmak istemediğim akşam Ömer Hayyam’ın bildiğimi sandığım bir
rubaisine denk geliyorum:
“İnciyi isteyen dalgıç olacak.
Varı yoğu dosta verip dalacak.
Canı avucunda, nefesi göğsünde;
Ayağı baş olacak, başı ayak.”
Bir başka
antrenmana çıkmak istemediğim akşam ise Sabahattin Ali’nin en sevdiğim hikâyelerinden
“Kırlangıçlar” a denk geliyorum.
“ …. “Bakınız şunlara… Sabah akşam demeden, yaz kış demeden çalışıyorlar. Ben bunlara çok kere sordum: Neden böyle durmadan uğraşıyorsunuz, dedim, cevap vermediler.” …. “Adeta utanıyorum…” … “Bütün kuşların en zavallısı bizmişiz gibi hiç durmadan didiniyoruz. Şu budala serçe bile üç günlük ömrünü keyifle geçiriyor da, biz arasından uçtuğumuz ağaçları bile fark etmiyoruz.” …. “Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: ‘Dünyada neler gördünüz?’ dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…” …. “Şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?”… “Etrafımıza göz gezdirince, dört tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de bunlardan mıyım, diyorum” …
Bir başka akşam bir şiire denk
geliyorum. Garip olan şu: Ben bunları ilk defa okumuyorum. Acı olan şu: Bunları
unutmuşum.
Antrenmanlara devam ediyordum.
Yine söyleyeceğim ama öte yanım durmuyordu. “Tekerlerin eskimiş. Vitesler
randımanlı çalışmıyor. Pedallar da arıza sinyalleri var. Bunlar hep masraf.”
Pezevenk bu sefer damardan giriyordu.
Teker konusunda haklı
değiştirmenin zamanı gelmişti. Antrenmanlarda frenleme yaparken performans çok
düşüktü. 2017’de çiftini 100 liraya almıştım. Şimdi olmuş 700 lira. Vites ve
pedallar hâlâ iş görürdü. Kırılana kadar devam.
Antrenmanlar verimli bir şekilde
devam ediyordu. Fakat ah o öte yanım yok mu? Ah o içimdeki şeytan. Sürekli yeni
yeni bahanelerle karşıma çıkmaya çalışıyordu. O anların birinde arkadaşım
Mikail’le telefonda konuşurken bu gibi bazı bahanelerden de bahsettim.
“Yaparsın oğlum” dedi. Başka arkadaşlarıma da yakın çevreme de aileme de ufak
ufak bahsetmeye başlamıştım. Kimse yapma demiyordu. Hepsi merakla bekliyoruz
diyordu. Bu destek daha da güzel bir motivasyon kaynağı oldu. Çünkü bu işi ilk
kez yapmak istediğim de hemen hemen aynı çevremin geneli “Yapma, Deli misin?
Aklını mı kaçırdın?” gibi endişelerinden bahsediyordu. (Şimdi düşününce yapma
dememeleri iyi mi kötü mü bilemedim. Deli olduğumu kabullenmiş olduklarından da
yapma dememiş olabilirler.)
Motivasyon üst seviyede, heyecan
dorukta, antrenman sonraları nabız iyiye doğru gitmişti. Artık fazla beklemeye
de gerek yoktu. Heyecanım o kadar artmıştı ki tura başlama tarihini de 15 gün
öne çektim. Sıra izinleri ayarlamaya gelmişti.
İzin alma süreci istediğim gibi
gitmedi. Ben hafta sonları dâhil olmak üzere toplam 13 gün izin istedim. Yani 9
iş günü. 5 İş günü verebiliriz denildi. Emrivakiyle 7 iş gününde anlaştık. 2
hafta sonu dâhil olmak üzere 11 günlük zamanım vardı. Mecburen rotaya bir
güncelleme daha yapmam gerekti. Düzce’den değil de Çankırı’dan başlayacaktım. 2
Eylül 2022 günü tura başlayıp en geç 12 Eylül 2022 sabah 09.00 Van’da olmalıydım.
Çünkü İstanbul’a dönüş için uçak 09.30’da kalkıyordu. (Seneler sonra kıyas
yapmak için şuraya bir not bırakmak istiyorum. 20 gün öncesinden uçak biletini 1000
TL’ye aldım. Neoklasik ekonomi düşüncesinden epistomolojik bir kopuşu temsil
eden heterodoks yaklaşım günümüzde giderek ön plana çıkan davranışsal ekonomi
ve nöroekonomi ile daha fazla önem kazandığından bir çift teker fiyatı 5 sene
de 7 katına çıktı. Bakalım 5 sene sonra uçak bileti fiyatları, teker fiyatları
ne kadar olacak?)
Antrenmanlar yapıldı, izin
alındı, tekerler değiştirilip bisiklete son bir bakım yapıldı. İstanbul’dan
Çankırı’ya otobüs bileti, Van’dan İstanbul’a uçak bileti alındı. Tur öncesi
yeni lastikleri test etmek amacıyla son kez 120 km’ye yakın bir antrenman
sürüşü yaptım. Sürüş sonrası fiziksel ve psikolojik anlamda iyiydim. O sönmeye
yüz tutan yüreğimdeki ateş hafif hafif korlanmıştı. Öte yanımın da sesi soluğu
kesilmişti. Hatta o bile taraf değiştirmeye başlamıştı.
1 Eylül 2022 işten çıkıp eve
geldim. Eşyalarımı sırt çantasına, sırt çantasını bisikletin ön bagajına (ilk
uzun tur denememde Isparta içinde 3 gün bu şekilde dolaşmıştım) yerleştirdim.
Ablacığım cevizli – incirli kurabiye yapmıştı. Onları da çantanın sağına soluna
yerleştirdim. Evdekilerle vedalaşıp otogara doğru pedal çevirmeye başladım.
0 Yorumlar